Hani tren usul usul hareket edince…
“ Allahümme ya müfettihal ebvâb, iftah lenâ hayral bab.”
“Ey kapıları açan Allah’ım, bize hayır kapılarını aç!”
Amin Amin Amin
Allah, kış sahifesini çevirip, bahar yaprağını açar…
Bismillahirrahmanirrahim
Acaba, muciznümâ bir kâtip bulunsa, hurufları ya bozulmuş veya mahvolmuş üç yüz bin kitabı tek bir sahifede, karıştırmaksızın, galatsız, sehivsiz, noksansız, hepsini beraber, gayet güzel bir surette, bir saatte yazarsa; birisi sana dese, “Şu kâtip, kendi telif ettiği, senin suya düşmüş olan kitabını yeniden, bir dakikazarfında hafızasından yazacak”; sen diyebilir misin ki, “Yapamaz ve inanmam?”
Veyahut bir sultan-ı mucizekâr, kendi iktidarını göstermek için veya ibret ve tenezzüh için, bir işaretle dağları kaldırır, memleketleri tebdil eder, denizi karaya çevirdiğini gördüğün halde, sonra görsen ki, büyük bir taş dereye yuvarlanmış, o zâtın kendi ziyafetine davet ettiği misafirlerin yolunu kesmiş, geçemiyorlar. Biri sana dese, “O zât, bir işaretle, o taşı, ne kadar büyük olursa olsun, kaldıracak veya dağıtacak; misafirlerini yolda bırakmayacak.” Sen desen ki, “Kaldırmaz veya kaldıramaz.”
Veyahut, bir zât, bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, “O zât, bir boru sesiyle, efradı istirahat için dağılmış olan taburları toplar; taburlar nizamı altına girerler.” Sen desen ki, “İnanmam”; ne kadar divanece hareket ettiğini anlarsın.
İşte, şu üç temsili fehmettinse, bak: Nakkâş-ı Ezelî, gözümüzün önünde kışın beyaz sahifesini çevirip, bahar ve yaz yeşil yaprağını açıp, rû-yi arzın sahifesinde üç yüz binden ziyade envâı, kudret ve kader kalemiyle ahsen-i suret üzere yazar. Birbiri içinde, birbirine karışmaz. Beraber yazar; birbirine mani olmaz. Teşkilce, suretçe birbirinden ayrı, hiç şaşırtmaz, yanlış yazmaz. (Sözler, Onuncu Söz, Mukaddime)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ahsen-i suret : en güzel şekil
arz : yer
ayniyet : aynılık, aynı oluş
derc etmek : yerleştirmek
divanece : akılsızca
efrad : fertler
envâ : çeşitler, türler
fehmetmek : anlamak
galatsız : yanlışsız, hatasız
halk etmek : yaratmak
hâşâ : asla öyle değil
haşir : öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma
huruf : harfler
ibret : ders çıkarma
icad : yaratma, var etme
ihya : diriltme, hayat verme
iktidar : güç, kudret
istirahat : dinlenme
kabil : mümkün, olabilir
kâtip : yazar
kemâl-i imtiyaz ve teşhis : mükemmel bir seçme ve ayırma
kemâl-i intizam ve mizan : mükemmel bir düzen ve ölçü
kudret ve kader kalemi : Allah’ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip yazması, takdir etmesi ve yaratması
mahvolmak : yok olmak
mani : engel
misliyet : benzerlik
mu’ciznümâ : mu’cize gösteren
muhafaza : koruma
Nakkaş-ı Ezelî : herşeyi zâtına has olarak nakış nakış işleyen ve evveli olmayan Allah
nizam : düzen, kanun
rû-yi arz : yeryüzü
sayha : sesleniş
sehivsiz : yanılmadan, şaşırmadan
semâvât : gökler
suhulet : kolaylık
sultan-ı mu’cizekâr : mu’cize gösteren sultan
suret : şekil
suretçe : şekilce
sür’at : hız
tabur : bir askerî birlik
tebdil etmek : değiştirmek
telif etmek : yazmak
temsil : analoji; kıyaslama tarzında benzetme
tenezzüh : gezinti
teşkil etmek : meydana getirmek
teşkilce : meydana gelişiyle, oluşuyla
vüs’at : genişlik
Zât-ı Hakîm-i Hafîz : herşeyi koruyup saklayan ve hikmetli bir şekilde yapan Zât, Allah
ziyade : çok, fazla
Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmaktadır: “Çocuklarınız yedi yaşına geldiği zaman namaz kılmalarını isteyiniz. On yaşına geldiklerinde namaz kılmıyorlarsa ceza veriniz.”[6] [6] Bu hadis-i şerif namaz eğitimi ile ilgili ilkelerin belirlenmesinde hareket noktası olarak kabul edilmiştir.
Çocuğa yedi yaşında yani temyiz çağında namazın emredildiğini görüyoruz. Aslında her çocuk için bu dönemler farklılık arz edebilir. Çocuklarımız için kesin bir tarih belirlemek mümkün olmayabilir. Bir kaç yıllık zaman farklılığı burada bir realite olarak kabul edilmelidir. Ancak buradan anlaşılacak şey şudur ki; küçüklüklerinden itibaren onları namaza hazırlayıcı bilgilerle donatmalıyız. Farz, vacip ve sünnet gibi kavramların içerikleri; namaz sureleri ve dualarının ezberletilmesi gibi çalışmalar yedi yaşından önce verilmesi gereken bilgiler olarak karşımıza çıkıyor. Bu eğitimi alan çocuğun, yedi yaşında namaz kılması isteniyor. Yedi yaşına kadar aldığı bilgilerin uygulamasını yapmak ve hayata geçişini sağlamak bu süreç içerisindeki eğitimin temelini oluşturur.
Üç yıllık alışma döneminden sonraki onuncu yaşta çocuklarımızın hemen beş vaktin tamamını kılmasını beklemek de doğru değildir. Ancak kılmaya başladığı namazı tamamlaması, bu konuda ciddiyet ve disiplin kazanması, beş vakit namazı tamamlamaya çabalaması hedeflenmelidir. On yaş çocuğunun, edindiği bilgileri düzenleyerek içselleştirdiği, bunlar üzerinde eleştirel bir bakış açısıyla düşündüğü ve olgun bir tavırla kendisinin hal ve hareketleri hakkında fikir yürüttüğü gözlenir.[7] [7] Çocuğun, sergilediği davranışların bilincinde olduğu ve bunları hayatına aksettirdiği bu dönemde çocuk yine de namaza karşı isteksiz davranıyorsa; o takdirde cezalandırma devreye girebilir. Ancak her ne kadar cezadan bahsedilirse de Peygamber Efendimizin (sas) sünnetinde asla dayak uygulaması bulunmamaktadır. Hz. Aişe Validemiz (ra), Peygamber Efendimizin (sas) hiç kimseye dövmek niyetiyle vurmadığını belirtir.[8] [8]
Fudayl b. Iyaz, Süfyân-ı Sevrî’ye der ki:
-Ey Ebû Abdullah, biz namaz hususunda çocuklarımızı dövüyoruz. Bununla ilgili olarak ne dersin?
-Asla dövmeyiniz! Aksine çocuğunuzu eğitip, ona rehberlik ederek bu işi yaptırmaya çalışınız. [9] [9]
Peygamber Efendimiz (sas) namaz konusunda ashabına rehberlik etmiş, onlara ibadetlerini nasıl yapacaklarını uygulamalı olarak göstermiştir. Bizim de metodumuz bu olmalıdır. Sehl b. Sa’d es-Sâidî (ra)anlatıyor:
“Resulullah (sas)’ın minber üzerinde ayağa kalkarak kıbleye yöneldiğini, tekbir aldığını ve insanların da arkasında kalkıp namaza durduklarını gördüm. Hz. Peygamber(sas) kıraat etti, sonra rükû yaptı. İnsanlar da onunla birlikte rükû yaptılar. Sonra rükûdan başını kaldırdı. Ardından secde etti sonra tekrar minberde kıyama kalktı. Sonra kıraat etti, rükû yaptı, rükûdan başını kaldırdı. Tekrar secde etti. Namazı bitirince insanlara döndü ve “Ey insanlar! Bunu, bana uyasınız ve nasıl namaz kıldığımı öğrenesiniz diye yaptım.” buyurdu.[10] [10]
Namaz ile ilgili bu eğitimi sıkı tutmak ve disiplinli bir şekilde konuya yaklaşmak, anne babalar açısından son derece önemli olmalıdır. Zamanında ve çocuklara sevdirerek yapılacak olan namaz eğitimi, mutlaka sonuç verecektir. Yeter ki geç kalınmış olmasın…
Namazı en önemli ibadet olarak çocuklarımızın hayatında görmek istiyorsak devamlı olarak üzerinde durmalı, sözlü anlatımlar ve uygulamalarla bu eğitimi pekiştirmeliyiz. Sevdirmek, özendirmek şiarımız olmalıdır. Çocukların, büyüklerinin uygulamalarına ortak olmaları, onlara katılmaları çok önemlidir. Bu paylaşımları fırsat bilerek onları eğitmeliyiz. Kızmak, bağırmak yerine onları zaman zaman ödüllendirerek kazanmaya gayret etmeliyiz. “Ehline namazı emret. Bu hususta sabır göster.”[11] [11] Namazı, çocuklarımızın hayatında vazgeçilemez bir ibadet haline getirmek adına her türlü eğitim ilkesini uygulamak, evlatlarımıza karşı en büyük borcumuzdur. Ancak her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan Allah’tan yardım dilemek gereklidir. Çünkü o kalplere kendi aşkını ve ibadet sevgisini koyarsa hiçbir engel ona galip gelemeyecektir. O halde biz de, İbrahim aleyhisselâm gibi O’na yönelmeli ve O’ndan yardım istemeliyiz: “Ey Rabbim beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle…”[12] [12] Âmin!..
Umut AĞBAYRAM
Lütuf gecikmedi, geciken sensin!
– Bir sözlüğe ihtiyacım var.
– Kaç kelimelik olsun?
– Tek.
– Tek kelimelik bir sözlük mü dediniz!
– Evet içinde yalnız “dua” kelimesi olsun!
Dua: Yakarış. Dua: Çağırmak.
Dua: Yalvarmak. Dua: Seslenmek.
Dua: İstemek. Dua: Susmak.
Dua: İhtiyacın anahtarı.
Dua: Söz. Dua: Fiil. Dua: Hal.
Dua: Hüzün dalgaları.
Dua: Günahkarın merdiveni.
Dua: Haberleşme. Dua: Özlem dili.
Dua: Günahların gözyaşları.
Dua: İnsanla Allah arasındaki köprü.
Dua: Kalkan. Dua: Ok.
Dua: Bulut. Dua: Acz.
Dua: Kudret.
Dua: İp. Dua: Kuyu.
Dua: Teslimiyet. Dua: Zikir.
Dua: Tövbe. Dua: Namaz.
Dua: Yardım talep etmek.
Dua: Küçükten büyüğe yöneliş.
Dua: İtiraf. Dua: Şükür.
Dua: Sınırlı olandan sınırsız olana sıçrama.
Dua: Tanıma. Dua: Af. Dua: Merhamet.
Dua: Tevhid. Dua: Tesbih.
Dua: Sevgi. Dua: Hâyâ dili.
Dua: Hayat.
“Bana dua edin, duanızı kabul edeyim,” (Mü’min, 60) buyurdu Allah.
Çağrıya kulak verdi insan, dua etti Allah’a. Ayakta, otururken, yürürken, yatarken kımıldadı dudakları. Dua ettikçe gücünün farkına vardı, dua ettikçe acizliğinin. Ve gerçek sahibine verdi kudreti sonunda, böylece özgürleşti..
Ali Ural
Anneyi anne yapan onun şefkati ve fedakârlığıdır. Annelerdeki bu iki his yani şefkat ve fedakârlık hisleri geliştirilir ve yerinde kullanılırsa, anne gerçek anneliğini yapmış olur. Şimdi bu hislerin nasıl geliştirilmesi ve kullanılması gerektiği üzerinde duralım.
Evet, her bir anne bir şefkat kahramanıdır. Çocuğuna karşı mukabelesiz, karşılıksız bir fedakârlık taşımaktadır. Bu fedakarlık ve şefka…t hisleri yerinde kullanıldığı takdirde, çocuğun hem dünya saadetini hem de ahiretteki ebedi saadetini kazandırabilir. Onun için birer hazine hükmünde olan şefkat ve fedakarlık hislerinin yerinde kullanılması çok önemlidir. Risale-i Nurlar’da bu husus şu şekilde açıklanmaktadır:
“Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibariyle kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki; hanımlarda gâyet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile; hem hayat-ı dünyevîyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymetdar seciye inkişaf etmez veyahût sû-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük nümunesi şudur: O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyevîyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmağa çalışıyor, Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, âhirette şefaatçı olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, ‘Niçin benim îmanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?’ diye şekva edecek. Dünyada da terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatının hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder. Eğer hakikî şefkat sû-i istimal edilmeyerek, bîçare veledini haps-i ebedî olan Cehennem’den ve îdam-ı ebedî olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa; o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, validesinin defter-i a’mâline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de değil dâvâcı olmak, bütün ruh- u cânı ile şefaatçı olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlâd olur” .
Burada; “Annelik şefkati nasıl kötüye kullanılabilir?” diye bir soru hatırımıza gelebilir. Evet, bir anne, masum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan ahiretini, ebedi hayatını düşünmiyerek, geçici kırılacak şişeler hükmünde olan kısacık dünya hayatına çevirmesi, bu şekilde ona şefkat göstermesi, o şefkati kötüye kullanmaktır.
Hâlbuki bu çok kıymetli olan annelik şefkati, çocuğun hem geçici olan dünya rahatını hem de ebedi olan ahiretteki rahatını kazandırmak için verilmiştir.
Diğer önemli bir husus da, islamiyetle güzelce terbiye edilmiyen bir çocuk, annelik hakkına karşı gerekli hürmet ve saygıyı tam gösteremez. Dünyada annesine karşı yapması gereken vazifesinde çok kusur eder. Diğer taraftan ahirette sevaplarıyla yardımcı olamadığı gibi, “Neden imanımı İslam terbiyesi ile kuvvetli iman dersleri ile kurtarmadınız?!..” diye davacı olur.
Dr. İdris Görmez
Kalbi birbirlerinde atmayanlar, zihinlerin güvenilmez ve gevşek zemininde fazla yol alamazlar. Kalplerinin frekanslarını çözemeyenler, zihinlerin şifre çözücülerinden medet ummasınlar. Dost kafa ve zihin ile kazanılmaz; dost, kalp ile kazanılır. Bir kalp kazanmak için ise aynı cinsten bir kıymetten başkası verilmez. Kalbin alışverişi kalple yapılır. Kalbini vermeyen başkasının kalbini alamaz.
Bir çoban sürüsünü otlatırken, bir kurt sürüden koyun kaptı. Çoban kurdun peşine düştü ve koyunu ondan kurtardı. Ancak kurt, çobana dönüp baktı ve şunu söyledi: “Bu koyunları benden başka çobanın olmadığı gün kim kurtaracak?” Orada bulunanlar “Olur mu öyle şey, hiç kurt konuşur mu?” diye itiraz edecek oldular. Peygamber Efendimiz bunun üzerine: “Ben, Ebubekir ve Ömer buna inanırız” dedi. Yine bir zaman adamın birisi ineğinin üzerine bindi. İnek adama dönüp: “Ben bunun için yaratılmadım, ben çift sürmek için yaratıldım” dedi. Orada bulunanlar “Olur mu öyle şey, hiç inek konuşur mu?” diye itiraz edecek oldular. Peygamber Efendimiz bunun üzerine: “Ben, Ebubekir ve Ömer buna inanırız” dedi. Halbuki iki olayda da Ebubekir ve Ömer orada değillerdi.
Buhari ve Müslim’de geçen bu hadis, herkesin kafa dengi aradığı ve fakat kafa karışıklığından fena halde muzdarip olduğu için bir türlü hakiki dostlar bulamadığı bir zamanın insanlarına ne anlatır? Ne anlatırsa anlatsın biz evvela böyle dostluklar dileyelim Rabbimizden. Rabbimiz bize böyle dostluklar kurmayı ve böyle gönlünden, kalbinden emin olduğumuz dostlar bulmayı nasip etsin. Ve yine Rabbimiz gıyabımızda inancımıza, gönlümüze ve kalbimize kefil dostlara bizi dost eylesin.
Kalbe ve gönle kefil dostlar bulmak ne büyük bahttır. Kalbin ve gönlün frekanslarının aynı merkezlerden alındığı ve aynı yerlere salındığı bir dostluk ikliminde yaşamak ne büyük devlettir. Herkes bu devlete erişemez. Bu devlet ancak böyle bir dostluk iklimini her şeyin ötesinde görenlere verilir. Bu ise önce niyet, sonra da o dostluğa liyakat gerektirir. Dost arayan dost olmayı bilmelidir. Dostluğun safasını sürenler, dostlarına cefa ile bâr değil vefa ile yâr olanlardır. O yüzden “ben, ben” diyen dost bulamaz, dost olamaz.
Dost, “sen, sen” diyeni arar. Ne “sen”, “ben”dir, ne de “ben” “sen”; dosttur, dostluktur aslolan. Dostluk, bir manadır ki kokusu da, neşvesi de cennettendir. Evet, hakiki dostluk bir cennet manasıdır ki onu bu denî dünyanın ne serveti, ne ömrü ne de vüsati kaldırabilir. Dostluk bir kalp kıvamıdır. O kıvama zihin de akıl da ermekten acizdir. Dolayısıyla dostlar öncelikle kafa dengi değil, kalp dengidirler. Kalbi birbirlerinde atmayanlar, zihinlerin güvenilmez ve gevşek zemininde fazla yol alamazlar. Kalplerinin frekanslarını çözemeyenler, zihinlerin şifre çözücülerinden medet ummasınlar. Dost kafa ve zihin ile kazanılmaz; dost, kalp ile kazanılır. Bir kalp kazanmak için ise aynı cinsten bir kıymetten başkası verilmez. Kalbin alışverişi kalple yapılır. Kalbini vermeyen başkasının kalbini alamaz.
Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Dostların yöneldiği yön dostlarının kalplerinden başka neresidir? Dostlar kalpleri ile birbirlerine yönelmiş olanlardır. Bu zamanla zihin birliğini de getirir, çünkü kalp merkezdir, esastır. Önce kalp inanır, önce kalp tereddüt eder. Kalp kumandandır; nereye yönelirse zihin askeri oraya üşüşür. Birbirlerine kalplerini açacak kadar birbirlerini sevenler, gün gelir zihinlerinin de aynı şekilde işlediğini, gözlerinin aynı yere bakıp ışıdığını görürler. Önce hayret, sonra hamd eder ve böylece daha dünyada iken sonsuz zevklerin iklimine girerler.
Kalbe ve gönle kefil dostlar, sadece beraberliklerinde değil, gıyaplarında da birbirleri ile yaşayanlardır. Onlar dostları ile yaşar, dostları ile susar ve dostları ile kanarlar. Dost der, dostla dost olur, dost içer, dost solurlar, çünkü onlar bilirler ki dostluğun yolu Hakiki Dost’a giden yolun bizatihi kendisidir.
Burada dost olamayan ya da bulamayan En Yüce Dost ile nasıl dost olur? Fanileri sevemeyen, Baki’ye nasıl yol bulur, meğerki yol Baki’den gele… Gerçek dostlar dostlarını yanlarındayken de özleyenlerdir.
“Sana senin yanında bile hasretim Efendim” ifadesi bunu anlatır. Onlar sadece hayatlarında değil, ölümlerinden sonra bile dostlarının hasreti ile yaşarlar. Mesela böyle bir dost ölür gider, vasiyeti açılır, çocukları “felanca dostlarım olmadan beni gömmeyin” diye bir yazı bulur. En yakınların dahi bilmediği, çünkü menfaatin karışmadığı, sadece Hakiki Dost’a dostluk icin dostluk yapmış, o yüzden de hiç ortalarda gözükmemiş o dostlar çıkar gelir, son vazifelerini yapar ve dostlarını defnederler. Dost, kabrinde huzuru dostlarının eli ile gömülmekte görendir. Yine böyle bir dost vefat eder mesela, defnedilir. İlk günler iyidir, herkes gelir, gider, ziyaretçisi eksik olmaz kabrin. Ya sonra? Herkes terk eder, ama dost terk etmez. Onun başka bir sezdiği vardır. Zaten öyle olduğu için, kimsenin sezemediğini sezdiği için de dosttur ya.
Evet, herkes çeker gider ama dost dostunu bırakmaz. Tam kırk gün aynı saatte dostunun kabrine ziyarete gider. Orada öyle sessizce oturur, ama gönülden kim bilir neler konuşur? Kırk gün sonra ziyaretten kalkarken döner ve şöyle der: “Dostum, işte kırk gün geçti. Ben duydum ki insan kırk günde her yere alışırmış. Sen de yerine alıştın herhalde. Artık bana müsaade eder misin? Yine gelirim, merak etme ama daha seyrek… Seni yeni yerinde rahat bırakmak gerek…” ‘Cenabı Hak bana cennet nasip ederse, girmeden önce kapıdan bir bakacağım. Felanca abim, filanca kardeşim ve dostlarım oradalar mı? Eğer oradalarsa gireceğim, yoklarsa ‘Ya Rab onlar neredelerse beni de oraya koy’ diye yalvaracağım.”
Dost, dostunun kabrindeki rahatını dert edinendir. Böyle dostlar gider de herkes onları öldü bilir, ama onlar bilinmedik bir zamanda, bilinmedik mekanlarda buluşmaya devam ederler.
Dünyada yaptıkları güzel dostlukların hatırına belki de, önden giden, sonradan geleni bilinmedik bir şekilde, bilinmedik bir yerde hoş amedi ile karşılar. Yeni gelenle hasret giderilir, terk edilen yerde kalanlar sorulur. Gelmeyene hayırlar dilenir, “o çoktan gelmiş olmalıydı” denilene ise ah vah çekilir. Dost ötede bile dostunu bırakmayandır.
Dost dediğin dostuna öyle düşkündür ki sınırları aşma pahasına mesela şöyle demekten kendini alamaz: ‘Cenabı Hak bana cennet nasip ederse, girmeden önce kapıdan bir bakacağım. Felanca abim, filanca kardeşim ve dostlarım oradalar mı? Eğer oradalarsa gireceğim, yoklarsa ‘Ya Rab onlar neredelerse beni de oraya koy’ diye yalvaracağım.” Dost budur işte, dostluk da dostu olmadan yaşayamamak, olamamak, olmamaktır.
Ve en muhteşem tablo: İkinin ikincisi, tutar elinden babasını getirir. “Ya Rasulallah Müslüman olacak babam” der. En Yüce Dost’tan başkasını dost edinmemiş o En Güzel İnsan’ın yüreği elvermez: “Neden buraya yordun ihtiyarı, biz gitseydik…” Kelime-i şahadet telkin edilir. O ara sevinçli ve vefalı oğul gözyaşı dökmeye başlar. Babası Müslüman olmuştur, acaba onun sevinç gözyaşları mıdır bu?
Sorulur: “Neden ağlıyorsun ey Ebubekir?” Cevap dostluğun boyutunu gösterecek cinsten muhteşem bir anıttır: “Şu an babamın yerinde senin amcanın olmasını ne kadar isterdim Ya Rasulallah…” Dost, kendi sevincini dostunun sevincine feda edebilendir.
Güzel kardeşim, hayatının baharında dostluğun kıymetini yeni idrak etmeye başladığın bir zamandasın. Dostlar bulacak, birilerine dost olacaksın. Senin dostluğun hakiki tadını tatmanı dilerim. Öyle dostlara ve dostluklara talip ol ki dostların sadece bu dünyada değil ötede ebedi kurtuluşun mekanında bile sensizliğe dayanamasınlar. Böyle dostluklara ancak alıp kalbini eline koyabileceğin kadar emin ve sadık insanlarla erebilirsin.
Ama dikkat et! Ortalık kalbini leş tüccarlarına pazarlamak için dolaşan sahte dostlarla kaynıyor. Dostun seni, gençliğin, tenin ve enerjin için değil, kalbin, muhabbetin ve derdin için sevsin. Dostluklarının ortak paydası senin gibi ya da herkes gibi fanilerin er geç bitecek muhabbetleri değil En Yüce Dost’a erişmek, O’nun dostluğu ile ferahlamak ve üzüntüden kurtulmak olsun. Bitmeyen, tükenmeyen ve eskimeyen dostlukların iksiri ancak O’na doğru uzanan yol arkadaşlıklarında saklıdır.
Unutma! Gerçek dostluk burada olmanın değil ötede, güzellik ve sonsuz mutlulukla beraber olmanın derdine düşenlerin yanındadır. Onları ara, bul; onlarla ol, onlara dost ol, onların dostu ol…
Mehmet Lütfi Arslan;Genç Dergisi
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.